efendimiz….bl 1

efendimiz….bl 1
ilk tanıştığımız zamana döndüm bir anda… Kocamla yeni evli olduğumuz, çocuk olmuyor diye baskıyla ezildiğim, sonunda elimizde kocamın sperm sayısının yetersizliği yazılı bir raporla çaresiz kalakaldığımız zamana…

Tüp bebek, doktor tedavisi gibi şeyler bizim çevremizde asla kabul görmeyen konulardı. Hele elindeki laboratuar mühürlü tahlil sonucuna bile inanmıyordu kocam… Sık sık çocuk yapmayı denediğimiz, her türlü baharatı, bitki ilacını, karışımları denediğimiz halde bir türlü olmuyor, olmuyordu.

Neredeyse her gece diyebileceğim sıklıkta gittiği ve bana pek bahsetmediği toplantılardan birinden dönmüştü konuyu bana ilk açtığında… Gecenin bir yarısı beni karşısına aldı, önce tutuk tutuk, sonra ateşli bir şekilde uzun uzun anlattı.

Bir dergaha mürit olmuş. Efendi hazretleri diye bahsettiği şeyhin mucizelerinden, ne kadar nurlu bir zat olduğundan, en cahilinden en okumuşuna, en fakirinden en zenginine kadar bir sürü müridi olduğundan bahsetti.

“Ben derdimizi Efendi hazretlerine açtım Gül…” dedi sonunda… “Yarın seninle dergaha gidiyoruz. Seni yanına kabul etmeyi uygun gördü. O’nun şefaatiyle çocuk derdimiz kalmayacak.”

Şaşırdım önce… İtiraz ettim, olmaz dedim, kabul etmedim. Tahlil sonucunu çıkarıp gösterdim,

“Nasıl olur böyle bir şey? Tıp bu kağıtta senin çocuğun olmayacak diyor. Senin efendinin duasıyla olacak şey midir?” dedim.

Ne yaptıysam kar etmedi. İtiraz ettikçe öfkelenmeye, kırıcı olmaya başladı. Ben de dirliğimiz bozulmasın, gidelim de görsün hanyayı konyayı diye düşünerek zorlamayla kabul ettim.

“Yalnız hazırlanman lazım Gül… Tertemiz, misler gibi aklanıp paklanman lazım… Ev haliyle koskoca Efendimizin huzuruna çıkamazsın. Yıkanıp kokulanacaksın, allığını rujunu süreceksin, en yeni giysilerini giyeceksin, bayramdır bizim için…”

Ben de bütün dediklerini yaptım içimden kıza kıza… Alt tarafı iki dua okuyacak adam, benim vücut temizliğimle ne alakası var diye düşünsem de, üstümde kıl tüy bırakmadım, kokular kremler sürdüm, makyajımı hafifçe yaptım. Düğünümde giymem için nişan tepsisiyle gelen dantel iç çamaşırlarımı geçirdim. Biraz diz altı, belimin inceliğini, göğüslerimin kabarıklığını ortaya çıkaran parlak bir elbise giydim.

“Çok güzel oldun Gül” dedi kocam gözleri parlayarak, beni baştan aşağıya süzerek… “Efendi hazretleri bu halinle seni mutlaka kabul eder. Hadi gidelim, dergahta bizi bekliyorlar.”

Arabaya binip kocamın Dergah dediği çiftlik evine gittik, kapısından içeriye girdik. Yüksek duvarlarla çevrili bir arazinin ortasında kocaman bir villa… Kapısı açıldı, kocam açanlarla selamlaşıp önde, ben arkasında içeriye girdik.

Üst katta, önünde iki adamın beklediği bir kapı açıldı. Kocam temennalarla, elleri göbeğinde kavuşturulmuş, saygıdan titreyerek, ben merakla etrafıma bakınarak daldık.

İlk gördüğüm şey, Efendinin simsiyah, yakıcı gözleri oldu. Az öncesine kadar bitse de bir an önce, kaçsak diye düşünürken bir anda her şey gidiverdi aklımdan…. Sanki büyülenmiş gibi, o siyah gözlerin cazibesine kapılmış gibiydim.

Neden sonra oturduğu taht benzeri koltukta bağdaş kurduğunu, üzerindeki cübbeyi, bembeyaz sarığını, elindeki kocaman tesbihini görebildim.

Ve siyah gözleri kadar kara kıvırcık sakallarını, kemerli burnunu, dua ile kıpırdanan dudaklarını, tesbihi kavrayan güçlü ellerini… Ve illa o içime işleyen, delen, okşayan bakışları…

Bir zaman derin bir sessizlik oldu ortamda… Sadece Efendi hazretlerinin dua ettiği aşikar, ne dediği belli olmayan mırıldanma sesi vardı.

“Kapıları kapatın” diyen gür sesi yankılandı sonra bir anda… “Bu katta kimse kalmasın.” Adamlarına söylüyordu bunu, kocama da işaret etti, “Sen de bizi aşağıda bekle… Duamız bitene kadar… Tesiri olması için huzur olmak gerek, yoksa hükmü kalmaz ettiğimiz duanın…”

Herkes, kocam dahil, hürmetle geri geri giderek çıktı, kapı arkamızdan kapandı, ben Efendi ile başbaşa kalıverdim bir anda… Loş bir ışık yayılan salonda sadece bizim olduğumuz bölüm biraz aydınlık kalıyordu, diğer her köşe karanlıktı.

Bir kibrit yandı Efendinin elinde, uzun bir çubuğu ateşlediğini gördüm. Önündeki sehpada duran ayaklı kadehi gösterdi tesbihli eliyle…

“Diz çök yavrum. Bu kadehteki okunmuş sudur. Bir nefeste içmen gerekir. Senin derdini biliriz amma, çaresini dermanını bu suyu içince göreceğiz.”

Şaşkın, etkilenmiş, robotumsu adımlarla yaklaştım, koltuğunun önünde diz çöküp sehpadan kadehi aldım, bir dikişte hepsini içtim. Bildiğimiz su gibiydi tadı, biraz garipti.

Efendi bu kez daha yakından bakıyordu bana… İçime işliyordu sanki bakışları, içimde bir şeyler eriyordu sanki… Az önce yaktığı çubuktan kıvrılarak dumanlar çıkıyor, ara sıra nefeslenerek dumanını bana doğru üflüyordu. Yüzüme kadar gelen duman bildiğim sigara dumanı değildi, bambaşka, değişik bir kokusu vardı.

Başımın hafifçe dönmeye başladığını hissediyordum. Sonra da içtiğim su midemi yakmaya başladı sanki… Karnımda minik bir ateşle başladı, sonra kasıklarıma yayıldı o sıcaklık, oralarım kavruluyordu adeta… Elimi apış arama atıp avuçlamamak için kendimi zor tutuyordum. Zonklamaya başlamıştı çünkü…

“Örtünü mantonu çıkar yavrum…” dedi sonunda… “İçtiğin su derdini gösterir oldu bize… İfritler musallat olmuş sana… Okunmuş su içinde yayıldıkça telaşa düştüler şimdi… Ayağa kalk da mantonu çıkar. Yamacıma gel. Okuyup üflemem lazım…”

Öyle derin, öyle buyurgan bir sesi vardı ki… O konuştukça titriyor, sürekli ürperiyordum. İçim alaz alaz yandığı halde tenimin bunca ürpermesinin nedenini çözemiyordum bir türlü… Kocama itiraz ederken burnuna dayadığım tahlil raporu aklıma bile gelmedi bu yüzden…

İtiraz etmeden, büyülenmiş gibi yavaşça kalktım. Başımdaki örtüyü titreyen parmaklarımla çözdüm. Yere bıraktım öylece… Sırtımdaki uzun mantoyu da… Efendinin huzurunda kocamın giydirdiği parlak dar elbiseyle, belime kadar uzanan kumral saçlarımla kalakaldım. Keşke biraz daha kapalı giyinseydim, adama ayıp oldu böyle diye geçirdim içimden…

Parmağının işaretiyle yanına iyice yaklaştım. Ateşi sönmeye yüz tutmuş çubuğundan son bir nefes çekip dumanını bıraktı yine… Onun ağzından çıkan duman benim ciğerlerime doldu.

Offf… Başım öyle bir dönüyordu ki… Utanmasam, çekinmesem Efendi hazretlerinin omuzlarına tutunabilirdim. Onun yerine dizlerim titreyerek, yere yığılmamaya çalışarak hemen önünde dikildim. O koltuğunda oturuyor, bense önünde ayakta bir süre durduk. Yine o dudaklarındaki mırıltıyla durmaksızın bir şeyler okuyordu.

Mırıldanmayı kesti sonra, iki eliyle hafifçe belimi tuttu. Başını iki yana sallayarak nefesini üfledi. Ellerinin temasını hissedince ben de nefesimi koyuverdim. Dudaklarımdan bir inilti çıkıverdi istemsizce…

“Ohhhh…” Ne oluyordu bana böyle, anlayamıyordum. Adamın parmakları ince kumaşlı elbisemin üzerinden tenimi ateş gibi yakıyordu. Gözlerim yarı kapalı, içimde bir ateş, onun parmaklarında bir ateş, kavrularak olacakları bekliyordum sadece…

“Biraz rahatladın değil mi yavrum?” dedi mırıldanmaya ara verip…

Dudaklarımı ısırarak başımı evet anlamında sallayabildim sadece… Rahatlamak sayılmazdı ki bu, karnımdaki ateş daha da artmıştı sanki…

“Rahatladın ama sadece biraz, değil mi? Şimdi üstündeki esvabı çıkaracaksın. Üstünde entari olunca tesiri olmuyor, ifritlere tam ulaşamıyorum. Şu köşedeki divana uzan sonra da… Utanmana gerek yok. Bizim işimiz dua ile… Karanlıkta fani bedeni görmeyiz bile, bizim işimiz sadece içindeki kötülükle… Haydi yavrum…”

Gösterdiği divana doğru yürüdüm yine robot gibi… İçimi kavuran ateşin söneceği umuduyla, rahatlama kaygısıyla… Elbiseyi bir hamlede sıyırıverdim üstümden, üzerimde sadece dantel sütyen ve külot kaldı. Tam uzanırken seslendi yine,

“Ne varsa dedim kadın… Esvap derken ne varsa dedim, hiç bir şey kalmayacak.”

Kocam geldi gözümün önüne, alt katta bekliyordu beni… Evliydim ben… Nikahlı kocam aşağıdaydı. Bense burada yabancı bir erkeğin önünde çırılçıplak kalıyordum. Utanarak, sıkılarak da olsa bir iki kelime mırıldanmaya, sıkıntımı anlatmaya çalıştım,

“Efendim… Kocam…” Elini şöyle bir sallayıverdi havaya, gülümsedi. O tok, buyurgan, içime işleyen sesiyle kısa bir vaaz verdi oracıkta,

“Sakın kocanı aklına bile getirme yavrum… Bugünden sonra sen de katıldığın bu dergahta öğreneceksin ki, kocan da, sen de, diğer herkes de kadın erkek benim talebelerimsiniz. Ben ne dersem o olur. Bu dünyada bana koşulsuz itaat edeceksin ki, diğer dünyada sana şefaat edecek biri olsun. Şimdi… İlk defa geldiğin için bu defalık seni hoş gördük. Dediklerimizi hemen, aynen yapacaksın. Yoksa cehennem seni bekliyor, haberin ola…”

Çaresiz, itiraz etmeden dediğini yaptım. Başım döne döne, edilen dualara, beni gözlerden saklayan karanlığa güvenerek üstümde giysi olarak tek kalan çamaşırlarımı da çıkardım ürpererek… Külodumun ıslaklığını o anda fark ettim. İçimdeki ateşten midir bilmem, kadınlığımdan sular akmış, külodum sırılsıklam olmuştu.

İlk defa kocamdan başka bir erkeğin yanında çırılçıplak kalıyordum. Utanarak, büzülerek divana uzandım emrettiği gibi… Bir elimle göğüslerimi, diğeriyle avret yerimi kapamaya çalışıyordum.

Taht misali koltuğundan kalktı, ağır adımlarla, mırıldanarak yanıma geldi. Ürkerek karanlığın içinde beni göremeyecek olan Efendinin hareketlerini izliyordum. Birden ellerini kaldırıp iki kez çırptı, yankılanan alkış sesiyle başucumda bir lamba yanıverdi.

“Ellerini çek, kollarını iki yana uzat yavrum… Rahmini üflemem lazım, engel olmaması lazım…”

Öyle utanıyordum ki… Koruyuculuğuna güvendiğim karanlık kaybolmuş, lambanın ışığında tamamen gözlerinin önündeydim. Adamın delen bakışları çıplak bedenimde baştan aşağıya dolaşırken tenim ürpererek öylece yatıyordum önünde… Anadan üryan…

Uzun uzun okudu, üfledi, mırıldandı. Tüm bedenimi sıcak nefesiyle üfleyerek dolandı. Her yerim titremeye başladı. Kendime bir türlü hakim olamıyordum. Beynimden her şey silinmiş gibiydi sanki… Sadece içimdeki ateşi duyumsuyordum. Kasıklarımı yakan ateşi…

“Titriyorsun. İfritler telaşa düştü. Çıkmak üzereler… Az kaldı yavrum…” diye beni teskin edercesine mırıldanıyordu arada…

Fakat o davudi sesi titremelerimi arttırmaktan başka bir işe yaramıyordu. Elinin birini karnıma koydu hafifçe… Sıcaklığı deldi geçti sanki… İnleyiverdim.

“Ohhh… Efendim…” Çıplak karnımda elinin, parmaklarının okşarcasına, tüy gibi teması bitirdi beni… Elini sımsıkı tutup kendime iyice bastırmamak, apışarama götürmemek için kendimi zor tutuyordum.

“İçindeki bütün ifritler senden çıkıyor şimdi, elimden akıyor yavrum… Buraların yanıyor değil mi şu anda?” Elini göbeğimden aşağıya indiriyordu Efendi… Tam da istediğim gibi, zevkle kıvrandım,

“Evet efendim…” diyebildim dudaklarımı ısırarak, gözlerim yarı kapalı, içimden yükselen çığlığı bastırmaya çalışarak… “Çok yanıyor hem de…”

İki eli de üstümdeydi şimdi… Biri karnımda iken diğeri kasıklarıma indi yavaş yavaş… Temizleyip pırıl pırıl yaptığım üçgenimin üzerine kapandı parmakları… Büyük bir zevkle kasıldım. Oh, çok güzeldi. Parmaklarının teması ateşimi alıyordu sanki biraz biraz… Parmakları kasıldı, avuçlarının içine aldı fındığımı…

“Şimdi nasıl? İyi geliyor mu? Çıktıklarını hissediyor musun şimdi?” Sıkıp sıkıp bırakıyor, adeta yoğuruyordu. Zevkten bayılacak gibiydim. Kekeliyordum,

“Evet… Çok… İyi geliyor…!”

İçimden çıkan tek şey, Efendimin parmakları okşadıkça akan zevk sularımdı aslında… Ve o parmaklar benim içimden akan su ile ıslanmış vaziyetteydi. Elini kaldırıp yüzüme yaklaştırdı parmaklarını…

Gördüm. Sanki sperm akmış gibi bir sıvı vardı parmaklarını kaplayan… İnanamıyordum. Kocamın altında yatıp, o çocuk olması için üstümde debelenirken içimden böyle sular aktığını bilmezdim oysa…

Kocamın altına yatmak, yapmam gereken bir görevdi o kadar… Oysa bu adam sadece parmaklarını kullanarak beni zevkten zevke sürüklüyor, delirtiyor, kıvrandırıyor, içimden sular çağlamasına sebep oluyordu.

“Görüyor musun ıslaklığı? İçindeki ifritler salıyor bu suyu… Şimdi bu suyu tekrar geldiği yere koymamız lazım… Ancak o zaman rahatlayacaksın yavrum… Benim ellerim ıslak… Sen şimdi şu şalvarın uçkurunu çöz bakalım.”

Cübbesinin yakaları ikiye açılmış, ayağındaki şalvarını bağladığı ibrişim uçkuru gösteriyordu bana… Titreyen ellerimle ipi çözdüm, şalvarın beli gevşedi. Divanın üzerinde diz çöktü, beni de bacaklarımdan tutup kendine çevirdi.

Bacaklarım ikiye ayrılmış, Efendi de arasında duruyordu. Elini tekrar apışıma uzattı, ıslaklığımdan aldı, şalvarının önüne götürdü. Gözlerini benden ayırmıyordu bunları yaparken… Dudakları durmaksızın mırıldanıyordu. İyice yaklaştı sonra… Apışımda onun sıcaklığını, sertliğini hissettim.

Erkeklik organı üçgenime dayanmış vaziyetteydi. İçimde fırtınalar kopuyordu. Hiç bir şey düşünecek halim kalmamış, başım dönüyor, bacaklarım kollarım titriyordu.

Aklımda, beynimde sadece onun kapıma dayanmış erkekliği ve benim kan dolmuş kadınlığım vardı. Onların buluşmasından başka bir şey istemiyor, düşünemiyordum. Hasretle, arzuyla, titreyerek bekledim.

“Biz biliyoruz yavrum… Bize malum oldu. Kocan maalesef çocuk yapamaz, yetersiz… Şimdi… Bunu yaparsak, hem ifritler çıkacak, hem de çocuk sahibi olacaksın. Ama senin rızanla olmalı… Ne dersin kadın? Rızan var mıdır? Yapmamı ister misin?”

Ohh… O anda aklımda ne çocuk meselesi, ne kocam vardı.Dünyayı görecek gözüm yoktu. Sadece ve sadece kapıma dayanan o sıcak sertliğin içime girmesini, yangınımı söndürmesini istiyordum.

“Evet…” diye fısıldayabildim boğukça… Sonra O’ndan bir hareket gelmeyince duymadığını düşünüp yüksek sesle, göz kenarlarımdan yaşlar süzülerek tekrarladım,

“Evet efendim… Rızam vardır. İstiyorum… Çok istiyorum… Yalvarırım…”

Ve bana doğru gelmeye başladı Efendim… Kapımı zorladı, bastırdı, birazı girdi, biraz daha… İçimden akan ifrit sularıyla biraz kayganlaşan erkekliği zor girebiliyordu içime…

Bacaklarımı açabildiğim kadar açtım, girişini kolaylaştırmaya çalıştım. Biçare vajinam kocamın iki parmak genişliğindeki sertliğine alışmıştı. Bu muhteşem büyük organı almakta zorlanıyordu.

“Rahat bırak kendini yavrum… Rahat bırak ki arzumuza nail olalım.”

Elleri kasıklarımda dolanıyordu bunları söylerken… Karnımı okşayarak yukarılara çıktı, göğüslerimi pençeleriyle kavradı. İrice memelerim onun çelik parmaklarının arasında ezilince gözlerim karardı,

“Ahhhh…” diye inledim. “Efendim… Efendim…”

Kuruyan dudaklarımla sürekli inliyor, mırıldanıyordum. Yarısına kadar girdiğinde beynimde şimşekler çaktı.

“Çok dar yavrum… Bizi zorluyor girişin… Uhh… Çok dar…” diye diye bir hamlede yüklendi üstüme…

Bir anda abanınca benim çığlığım Efendimin ıhlamasına karıştı, boynuna sarılıverdim. İçimde sanki kol gibi bir sertlik kasıklarımı delercesine, dibime kadar girmişti. Kocaman başının rahim duvarlarımı zorladığını, yumruk gibi dayandığını hissettim.

Bir an hareketsiz durdu, sonra yavaşça hareket etmeye başladı. O kolum kalınlığındaki erkeklik organı içimi yaka yaka, duvarlarımı esnete esnete gidip geliyordu.

Etimiz birbirine alışmıştı artık… Durmadan akan ifrit sularım onun mübarek aletini kayganlaştırıyor, içime girip çıkışını bir parça kolaylaştırıyordu. Fakat ben yine de altında zorlanıyordum.

“Ohhh… Efendim… Ölüyorum ben…” diyebildim gözlerim zevkten kaymış bir halde… Dayanamaz hale gelmiştim, gerçekten kendimi ölecek gibi hissediyordum.

“Evet yavrum” diye mırıldandı kulak mememde… “Yarım ölüm dedikleri bu… Şu anda sana cenneti gösteriyorum ben… Bana hep itaat edersen, böyle cenneti göreceksin. Oh benim güzel yavrum… Şimdi kocanın veremediğini vereceğim sana… Senin verimli tarlanı sürdüm, hazır hale getirdim. Şimdi senin mümbit topraklarına tohum ekmek üzereyim. Çocuk sahibi olmak üzeresin… Hazır mısın yavrum?”

Hareketleri hızlanmıştı Efendimin… Toprağımı işleyen kazması içime girip çıkıyordu sürekli… Nefesi sıcak sıcak boyunlarımda dolaşıyor, mübarek sakalı gerdanımı, elleri göğüslerimi okşuyordu. Kendimi kaybetmek üzereydim. Sorusuna zorlukla yanıt verebildim,

“Ha… Hazırım efendim… Siz nasıl isterseniz…”

Kollarım efendinin boynuna dolanmıştı. Omuzlarına sıyrılan cübbenin yakasından içeri sokmaya çalıştığım ellerimle kaslı sırtını arada okşuyordum. Üstümde ağırlığını, içimde taş gibi sertliğini hissetmekten mutluydum. Ve o sertliğin içimi, diplerimi okşayarak gidip gelmesi… O korkunç, öldürücü zevk duygusu…

Gözlerim karardı. Dediğim oluyordu galiba… Ölüyordum. Bütün vücudum kasıldı bir anda… Kollarım boynuna kilitlendi, bacaklarım beline… İrice, kocamın bir yıldır yumuşatamadığı memelerim onun geniş göğsünde eziliyordu. Efendim üstümde gidip geldikçe göğsündeki ipek kılları benim memelerimi, parmak gibi kabarmış uçlarını okşuyordu bir yandan…

“Al yavrum…” diye hırladığını duyabildim o baygın halimle… “Bu bizim badelerimiz… Tarlanın tohumları içine akacak şimdi… Ohhh… Al yavrum… Bebeğini al içine… Ohhh… All…”

Ben sara nöbeti gibi kasılmalarla feryatlarla boşalırken efendim de kasıldı bacaklarımın arasında… Haşmetli erkekliğini bir bıçak gibi, mızrak saplar gibi gömdü içime… Sıcak tohumları içimi yakarak tarlama doldu. Bunu hissettiğimde ben kendimden geçtim artık…

Neden sonra kendime gelip gözlerimi açtığımda mübarek insan yine tahtında oturuyor, beni seyrediyordu. Onun giyinikliği karşısında çıplaklığımdan utanarak doğrulmaya çalıştım, elini kaldırıp dur işareti yaptı.

“Bir kaç dakika öyle sırtüstü yat yavrum… Badelerimiz işlerini görsünler, tohumlar toprağına iyice gömülsün, kendi hallerine bırak… Bırak ki, bebeğiniz hasıl olsun.”

Neden sonra kendileri işaret edince çırılçıplak yattığım yerden kalktım. Onun beğeni dolu bakışları altında, çamaşırlarımı yerden topladım, üzerime geçirdim. Giysilerimi sarsak hareketlerle zorlukla giyindim.

El çırpmasıyla yanan lamba sönmüş, salon yine o loş ışığa bürünmüştü. Çağırmasıyla yanına gittim, elini uzattı. Sanırım öpmemi istiyordu. Önünde diz çöktüm, mübarek elini alıp öptüm, başıma götürdüm. Minnetle… Şükranla…

Kalkıp kapıya çıktı, kocama seslenip gelmesini buyurdu. Kocam biraz ürkek, biraz merak dolu bakışlarla girdi salona…

“Haydi koluna gir karının evladım… Artık senin karın da bizim talebemizdir. Bize tabi oldu o da… İfritler karına musallat olmuş, bir kısmını zor çıkardık. Yorgundur, destek ol karına… Evinize gidin, dinlenmesini sağla.”

“Emriniz olur efendim…” dedi kocam…

“Yalnız… Bir kerede olmaz bu iş… Kafi değildir. Çocuğunuz olmasını istiyorsanız yedi gün, yedi akşam bana geleceksiniz. Bu yedi günde karın bana tabi olacak. Söylemem lazım değil herhalde, siz evde ayrı olacaksınız.”

“Emredersiniz efendim… Buyurduğunuz gibi yaparız.”

“Haydi bakalım… Şu zarfı da al, evinin iaşesine kullan. Bize itaatiniz hoşumuza gitti. Bundan sonra bir mertebe daha yükseldiniz, müjde vereyim size…”

Huzurundan çıktık. Arabamıza bindik, eve doğru yola koyulduk. Konuşmuyorduk hiç… Kocama verilen zarf ortamızda, vites kolunun yanında duruyordu. Kolumu kaldıracak halim yoktu ama, açıp baktım, bir hayli yüzlük para…

Dudaklarım titreyerek yola baktım, sonra da kocama… Baş dönmelerim, içimdeki ateş geçmişti artık… Dergahtaki o esrarengiz, mistik, büyülü havanın etkisi biraz kaybolmuştu. Gerçek dünyaya dönmüştüm.

“Ne oldu karıcığım?” diye sordu kocam… Ona baktığımı görmüştü.

“Yukarıda neler olduğundan haberin var mı senin?” dedim.

“Tahmin ediyorum. Hatta biliyorum diyelim. Efendimizin iltifatlarına mazhar oldun sen… Herkese nasip olmaz yavrum. Çok seviniyorum ben, sen de sevin.”

Elimi eteğimin altına götürdüm. Efendisinin içime akıttığı spermleri hala içimden akıyordu küloduma, sıcaklığını hissediyordum. Emniyet kemerini çözüp iyice daldırdım elimi, külodumdaki ıslaklığa… Efendinin bolca, bardak dolusu içime akıttığı sperm kalıntılarını parmağımla aldım. Sonra da çıkarıp kocama o spermleri gösterdim,

“Al sana Efendinin iltifatı… Efendinin koca sikiyle oluk oluk içime akıttığı döller bunlar, Efendinin spermleri… Bundan haberim var mı diyorsun? Nasıl bir kocasın sen? Karını Efendine ikram ediyorsun. Karını yabancı bir erkeğe siktiriyorsun, üstüne bir de para alıyorsun. Pezevenk misin sen?”

Kocam hiç konuşmadan arabayı yol kenarındaki bir boşluğa çekti, durdu. Bana doğru döndü. Gözleri parlıyordu. Aniden, hiç beklemediğim bir anda yanağıma bir tokat patlattı.

“Aptal…!” diye bağırdı bana… Elim attığı tokatın şiddetiyle yanan yanağımda, şaşkın şaşkın ona bakıyordum. “Sakın… Sakın ola bir daha duymayayım o sözleri senden…!”

Hala yanağımda duran ıslak elimi tuttu. Şaşkın bakışlarımın altında dudaklarına götürdü. Islak, spermli parmaklarıma öpücükler kondurdu, hatta uçlarını emdi. Yediğim tokadın acısını unutmuştum, gözlerim fal taşı gibi açılmıştı.

“Efendimizin badeleri bunlar… Bunları bize ihsan ettikçe cennete bir adım daha yaklaşıyoruz biz… Sadece sen yoksun, senin gibi daha niceleri var.”

“Ne? Ne yani? Başka kadınlar da mı var?” Gülümsedi,

“Kadınlar var… Erkekler var… Hatta hatta… Ben de varım. Anlamıyor musun? O bizim için kutsaldır. Onun içimize bıraktıkları bizi cennete götürecek. Ne kadar çok bade alırsak, cennete o kadar yaklaşıyoruz biz..”

Kulaklarıma inanamıyordum. Dinledikçe şaşkınlığım artıyordu. Kocamsa devam ediyordu konuşmasına,

“Evet… Ben de bir kaç kere mutlu oldum sayelerinde… Üst katta gizli odası var. Layık gördüğü talebesiyle o odaya kapanırlar. Ben de bir kaç kere girdim o odaya… Efendimizin muhteşemini emerek içime aldım badelerini… Bir kaç kere de arkama bıraktı.”

“A… Arkana mı? Nasıl?”

“Arkama işte… Senin önünden girdiği gibi bana da arkamdan girdi. Erkeklerin arkasından girer. Kadınlarımızı nasıl isterse, aynı şekilde… Onu emmek anamızın memesinden süt içmek gibidir bizim için… İçimize girmesi de aynı…”

Dönüp kontağı çevirdi, tekrar yola çıkarken,

“Şimdi sesini kes, evde dinlenmene bak. Kendine de iyi bak. Sen ilk geldiğin gün Efendimiz kabul etti seni… Ben altı ay uğraştım o kademeye gelmek için… Şükret, kıymetini bil…”

Eliyle para dolu zarfı işaret etti,

“Bunlar bizim için hiç bir şey… Sadece Efendimiz bizi düşündüğü için veriliyor. Yoksa kimsenin umurunda değil. Zengin talebeleri sürekli getirir bunları… O dergahın yeri, binası bir talebesinin bağışı… Hepimiz elimizden geldiği kadar veririz. Ne kadar bağış yaparsak, o kadar badeleniyoruz. Yoksa senin dediğin kötü anlamda şeyler değil bizim yaptıklarımız… Bu bizim yolumuz… Sen de öğreneceksin, anlayacaksın bizi…”

Evimize geldik. Kocam banyoya gidip biraz sonra geldi. Elimden tutup kaldırdı, beni banyoya götürdü. Ilık su dolu küveti hazırlamış, içine yatırdı beni… Köpüklü sularla bedenimi yıkadı, duruladı, kuruladı. Yine elimden tutup yatak odasına götürdü.

“Haydi biraz uyu, dinlen sevgilim…” dedi alnımı öperken, saçlarımı okşayarak…

“Bundan sonra Efendimizin talebesi olarak yaşayacaksın. Yedi gün yasak dedi, yedi gün bacı kardeş olacağız . Emirleri böyle, hepimiz uymak zorundayız. Yarın için gücünü topla. Efendimizi mutlu etmek zordur, acı verir, biz aciz kullarını yorar. İlk seferinde ben bir hafta oturamadım sancıdan… Haydi biraz uyu…”

O günden sonra emrettiği gibi kocam kendi elleriyle götürdü beni… Yedi gün arka arkaya dergaha, Efendimizin huzuruna gittim. Kocamın bahsettiği gizli odada kabul etti beni… Yedi gün yedi kez mübarek sıvılarını içime bıraktı. Çoğu gün iki, üç defa hatta…

Hatta bazı günler fazladan ağzıma da boşaldı. Kocamın bana hiç yapmadığı bir şeydi bu… Bilmiyordum, cahildim. Muhteşemini nasıl mutlu edeceğimi kendileri gösterdi, öğretti bana…

Dilimi nasıl kullanacağımı, ağzımın içinde nasıl okşayacağımı, badelerinin akması için ağzımın içinde nasıl vantuz gibi emeceğimi, emerken aynı anda parmaklarımla nasıl her yerini okşayacağımı…

Dediklerini aynen uyguladım. Başarıya ulaştığımda Efendimin mübarek sıvılarını yuttum, içime aldım. Bunu yaparken O’nun gözlerindeki memnuniyeti görmek beni de mutlu ediyordu.

Bu arada, buyurduğu gibi bütün bu süreç boyunca kocamla beraber olmaktan men edilmiştim. Efendiden başka bir erkek olmadı hayatımda bir süre… Zaten kocamın dediği gibi, Efendimizi memnun etmek o kadar yorucuydu ki…

Evimize her dönüşümde Efendimizin çalışmalarıyla, mübareğinin darbeleriyle hırpalanan kasıklarım sızlıyordu. Yorgun, sancılı, fakat mutlu bir kadındım.

Takip eden ay adet görmeyince anladım. Misafirimiz geliyordu. Kocam adeta bayram yaptı. Efendimize gittik hemen, karı koca önünde diz çöktük. Daha biz söylemeden,

“Biliyoruz çocuklarım…” dedi. “Vereceğiniz mutlu haber yukarılardan bildirildi bize… Gözünüz aydın, yavrunuz hayırlı olsun.”

Onun hikmeti karşısında soluğumuz kesildi. Kocam atıldı, mübarek ellerini öperek, yüzünü ellerine sürerek, ağlayarak teşekkürler etti Efendimize…

Gerçi şimdi düşünüyorum da, karşıdan mutluluğumuzu görenin, derdimizi bilenin, bizim neye sevindiğimizi bilmemesi imkansızdı. Konunun anlaşılmayacak bir hali yoktu ki…

Dokuz ay sonra oğlumuzu kucağıma aldım. Aynı onu bize verene benziyordu. Siyah saçlar, kara gözler…

“Sanki Efendimizin bir kopyası karıcığım” dedi kocam, mutlulukla bebeği kucağında severken… Doğum sonrası yorgunluğumla güldüm ben de,

“Evet canım… Aynı efendimizin bir sureti… Ne mutlu bize…”